11 Nisan 2011 Pazartesi

Büyük Ev Ablukada



Geçen akşam Erdemu bir müzik grubu keşfetmiş. Keşfetmiş derken kendiliğinden değil "sosyal medya"dan düşüvermiş kucağına. Buldum diye geziniyor.. Ben Ekinox'u uyutmaktan dönmüşüm, gece 01:20 dolayları.. Tek kişilik yatak sol yanıma felç indirmiş halde iken "dur sana bir şarkı dinleticem" diyor.. 3 saniye kadar kulağım ile beraber gözümü açık tutabiliyorum. O esnada gargamelin sesi "kek gibi kararlı olsan..." diyor.. Kısa süreli üfleyip püfleyen kurt numaralarım sonrası kocacığım korkusundan leptopu beraberinde ışığı da kapatıyor... Kek üzerine çok felsefik rüyalar görmeye başlıyorum.. Ertesi sabah, cevizli, mineralli, vitaminli kek yapıyorum. Erdemu hala "adamlar çok iyi yaaaaaa" diyip yandan yandan gülüyor..




Pazartesi günleri ben insana dönüyorum. Son 48 saat içerisinde evimi temizlemiş, çamaşırları yıkamış ütülemiş, yavrucana fantastik çorbalar, kekler, kocacana ise yemekler yapmış, İstinye Park'ı da 3 kere tavaf etmiş olarak perte çıkıyorum.. Pazartesi ofiste dinleniveriyorum..



Erdemu hafta sonu yorgunluktan bayılmak suretiyle uyuyan ben'e mail atmış.. "Bu grup süper yaaaa, dinlesene" İnatçıdır benim kocam..


Kırmıyorum dinliyorum grubu. "lililerle" isimli nadide eserlerine bayılıyorum.. Bayılmakla kalmayıp, mutluluk paylaştıkça artar düstruyla, sabahın erken saatlerinde henüz herkesin haber sayfalarına , günün fırsatlarına baktığı anlarda müzik konusunda paralelim olan Sıla'ya çok dikkat çekici bir subject ile grubun adresini mail atıyorum..



Subject şöyle.. "bu maili okuduğunda bana bak"


..

..

..



Sevgili dostlar,

Saat 15:30. Günlerden pazartesi..


Sıla'ya buradan sözleri Nazım Hikmet'e güftesi Zülfü Livaneli'ye ait bir eser ile seslenmek istiyorum.


Saat 4 yoksun

Saat 5 yok .. .. ..




Sılaa, ürem kanıma karıştı Sıla ! Böbreklerim iflas etti.. Taş oldum çatladım Sıla... Benim obsesif karakterimi 1 kez olsun aklına gelsin Sıla!

O maili okuman sonra da bana bakman lazım Sıla...

Artık şarkıları dinleyip beğenmenden geçtim yemin olsun.


Az da ardına bak Sıla.. :)


**


15 Mart 2011 Salı

8 Kasım 2010 Pazartesi

Orakıl'ın kılları :p

Bilişim zirvelerini hep sevmişimdir dostlar!

Yeni konular, yeni simalar, eşantiyonlar, promosyonlar, sürpriz çekilişler...
Eski arkadaşları görmeler, kafa çevirmeler, salak salak geyik yapmalar, yalandan orakıl konuşmalar filan.. Ve bol yiyecek, içecek, kesin kuzu tandır, somon füme, dalgalı saç gibi uzayan uzadıkça karışan yemek kuyrukları.. Ve tabi bana bol malzeme..

Bu sene de diğer senelerde olduğu gibi orakıl zirvesinin baş konuğuydum. Davetiye inboxuma düşer düşmez acil hazine raporlarını bir kenara bırakıp kayıt yaptım; bu muhteşem şöleni kaçıramazdım.

Kayıt yaparken yine her sene olduğu gibi kendimi yabancı bir isimle tanıtıp çalıştığım şirket olarak N.A.S.A, Avropa Birliği, N.A.T.O gibi yerler yazacaktım ama isim konusunda karar vermem uzun sürünce site zaman aşımına uğradı ve giriş yapamadım. İkinci denememde de seçtiğim "Melinda Gordon" isminin biraz ürkünç ve yeterince yabancı görünmediği yargısına varıp "Sivaslı Cindy" de karar kıldım.

Zirve sabahı Harbiye'deki Lütfi Kırdar Kongre Merkezi'ne giderken kaybolan tek 29 yıllık İstanbul'lu olduğuma emin olarak kartımı almak üzere kayıt bankosuna vardım. Kayıt yapan bayana ismimi verince kaydımı bulamadığını söylemesi beni oldukça yaraladı, yine olan olmuş beni ciddiye almamışlardı ve mecburen kimliğim deşifre oldu. Olmamıştı, başaramamıştım.. Bu sene de Kübra Sarıkaya - SBM olarak tarihe kaydolmuştum!

Geçmiş yıllardan akıllanmış, içerinin ısısı 25 santigrad derece olmasına rağmen ne montumu ne de yeni aldığım beremi kaybolur düşüncesiyle vestiyere bırakmamıştım. İçi tanıtım broşürü dolu 5 kiloluk orakıl torbası ise derdime dert katmıştı. Aç, buruk, yorgun ve yük doluydum...

Tansel'in dürtüklemesi ile seminere kaldığım yerden devam ettim.
Bana bizim sistemdeki partişınları 2011 için yapmamız gerektiğini fısıldıyordu.
"He ya hakkat!" diyerek onu geçiştirdim.
Dakikalar geçiyor, orakıl ceyosu konuştukça açılıyor, onu dinleyen ve %90ı ingilizce bilmediği halde her cümlesine gülen 1.500 kişi coştukça coşuyordu.
Allah'ım işten yırtayım derken nerelere gelmiştim ve bu berenin başımda işi neydi!

Dayanamayarak kendimi Anatolya'dan dışarı attım. En az 1.500 kişi de ortalıkta geziyordu. Tansel de peşimden gelmiş etraftan alınabilecek promosyon araştırıyordu. Ve bu araştırma tam bir felaketi doğurdu.
35 yıl önceki sınıf arkadaşı karşıdan ona göz kırpıyordu.
Sonraki 1.5 saat ömrü hayatımda gördüğüm, göreceğim en muhteşem geyiğe tanıklık ettim. Bu psikolojik işkenceden ve ayakta durmaktan dizlerimde derman kalmamıştı.

Bu böyle devam edemezdi!

Seri hareketlerle bir geridönüşüm kutusu bulup orakıl torbamdakilerin hepsini kağıt kutusuna attım. Torbaya da montumu, beremi koyup iki parça kuru pastayı azık olarak attım. (acil durum azığı) Saat 13:00 e vurduğunda kendimi yemek kuyruğuna kattım. Bu esnada Tansel'i gözden kaybetmek için kıvrak zekamı kullanmış ve başarmıştım.

***

Bıyıklı (baylar) ve ince topuklular (bayanlar) nedense çok yemek yerler.

***

Kuzu kesimine karşı olduğum için tavuk kapama aldım. İçimden bir ara tavuk kesimine de karşı çıkmalıyım diye geçirdim. Somon fümeyi atlamadım. İç pilavı sevmem ama "açım" diyerekten ondan da ekledim..

Pilavdaki üzümleri kenara ayırıp yemeğimi bitirdim.
Neyse bu sefer de yiyeceğim kadar almışım derken yanımda oturan üstüste 2 muzu bitirmesine şaştığım bey "üzümleri yiyebilir miyim" diye sordu.

-Ye.. Yes of course, why not diyebildim.

Tabağımı çatalımla beraber aldı, üzümlerin hepsini yedi.
"Çatalım yoktu da" diye ekledi.

19 Ekim 2010 Salı

Gecikmiş bir yazı

Ve gitmişti!

Sağ çapraz yanımın boş kalmasına 1 ay geçmesine rağmen hala alışamadım sevgili okur.

Gidişine şahitlik etmemek için koca bir sene iple çektiğim yıllık izinlerimi hoyratça harcadım. Ver elini Sultanahmet, ver elini Eminönü, ver elini Taksim istikametinde kendimi sokaklara vurmuştum. Mısır Çarşısından geçerken içinde sıralı ceviz bulunan ve organik sucuk (Organic Faggot) diye satılan pestilden almadan da edememiştim.

Cevizli sucuğumu yerken onunla ilk tanıştığımız zamanı hatırladım.
Ne kadar da gıcık olmuştum ona. Saçlarını topuz yapmış, üstüne de dantel takmıştı. Uçan balona benzer bir etek vardı üzerinde. Cırt kırmızı çerçeveli gözlükleri vardı. Buldum yine bir entel diye düşünmüştüm.

İş yerindeki ilk günümün 3.saati falandı.
Ofisin derinliklerinden gelen kesik kesik bir ses duydum. Tavuk gıdaklaması gibi bişeydi ama ofiste tavuk ne arasındı ? Çok göze batmamak için bu gıdaklamanın ne olduğunu sormadım kimseye.

Derken gıdaklamanın gitgide bana yaklaştığını hissettim.
İçim hopladı, aman Allah'ım neydi bu, neydi !
Ödüm patlamak üzereydi ki bir el omzuma dokundu. Usulca zıpladım koltukta, arkamı döndüğümde kırmızı çerçevelerin ardından bana bakıyordu. Bu ses ondan mı çıkıyordu ??


5 kız öğlen yemeğine çıkmıştık.
Sırayla bana soru soruyorlardı. Kafam allak bullak olmuştu. Bunların hangisinin adı Pınar, hangisi Çiğdem hangisi Begüm'dü ve diğerlerinin adı neydi ?

Bu sorularla kafamı yastığıma gömüp uyumaya çalıştım.
Gece Ekinox bezine çok çiş yapmış, her yeri ıslatmış ve beni de uyutmamıştı.

Ertesi gün uyur-gezer gibiydim ve aynı kesik sesle kendime geldim.
Ses aynen şöyleydi : A-a-a-a-a-a-a-a (Okurken ritm ve bas ekleyin lütfen.)

Şaşkınlık içinde bu sese gülmekten bayılmak üzere olduğumu farkettim.

Bu kız ne acayip gülüyordu ?
Ama bu kız ne kadar da sevimliydi !
Bu kız ne kadar cana yakındı !
Ay bu kıza niye bu kadar yakın hissediyordum kendimi ?
Ve bu kız niye bu kadar kaslıydı ?

Off Pınar!

Kimse senin gibi gülmüyor burada.

Veda yemeğinde "birbirimizi geç bulduk ama iyi ki bulduk" diyebilmiştim sadece.
Özkan'ın şarkı ve türkülerinden fırsat bulamamıştım başka şeyler söylemeye.

Özetle seni çok özlüyorum kaslı kahve arkadaşım.

Not:
Diğer SBM kızları alınmayın sakın hepinizi seviyorum ama hepimiz özlemiyor muyuz Pınar'ı ?

Sevgiler ..

14 Ekim 2010 Perşembe

Yeterrrrr, ders göster bize kadın !!

Kızma bana sayın okur! Yaslı gittim, şen geldim, depresyonik dağlar aşıp geldim..

Hayatımda neler olmadı ki..

Oğluşum 13 Eylül 2010 itibariyle okul denen olguya gark oldu. Mini mini caterpillar sınıfının en has üyesi oluverdi bir anda. Oysa ki ben tıpkı bir Erkin Koray gibi oğluma kendim eğitim verecek, ona dünya ve ahret gerçeklerini tüm çıplaklığıyla anlatacak, bazen öğretmeni, bazen ablası, bazen en yakın erkek arkadaşı çoğu zaman da "kadın ana"sı olacaktım. Onu organik dünyasının göbek taşına oturtacak ve içecek olarak organikdünyam.com dan kuş sütü siparişi verecektim. Olmadı yapamadım ! Oğlumu bir kreşe yazdırmak durumunda kaldım. Çünkü çalışmalı, üretmeli ve hergün bakanlar kurulu toplantısına katılıp sistem backuplarını kontrol etmeliydim..

Ama okulun ilk haftası ona eşlik ettim.

Okulun ilk günü Ekinox hariç tüm çocukların yanı sıra veli olarak sadece ben ağladım. Diğer velilerin tavırlarına uzun süre akıl sır erdiremedim. Nasıl olurdu da kapıdan çıkarken bu kadar sevinçli olabilirler ve büyük bir hızla okulu terk ederlerdi ?

Bu düşüncelerle burnumdan temiz mukozamın bir kısmı akerken okul müdürü yanıma geldi, "ah Küpra hanımcım ne ağlıyonuz, Ekinox çok mutlu gördünüz" dedi. Demesiyle benim diz çöküp el etek öpmem bir oldu. Nasıl bir anda çöktüm öyle ben de anlamadım.. Kopan ayak tendonum sızladı ama sallamadım, şu anki derdim daha büyüktü sonuçta..

- Oğğğğğlllllummm!! Lütfen lütfen onu görmeme izin verin, bizi ayırmayın dedim.

Kadıncağız şaştı ama topladı hemen kendini, siz istirahat buyurun ben sizi çağırırım dedi, gitti.

Kuru bir sandalye üzerinde 2 saat 12 dakika oturdum (kurudum desem daha iyi olur).
Sonra santraldeki kıza içinde temiz atlet, don, çorap ve ıslak mendil bulunan ayıcıklı peluş çantayı uzattım.

- Ekinoxuma temiz çamaşır ve sigara getirdim diyiverdim. Kız gülünce toparladım..
- Ay çok alemsiniz dedi.
Bense rezilliğime "eywallah" diyerek devam ettim, gözümden bir damla yaş süzüldü.

2 saat 13 dakika sonra okul müdürü yanıma geldi, gittiğimi sanmışmış..
-Yavrım aşağıdayken nasıl gideyim , anayım ben dedim.

Velhasıl ayağıma bir çift galoş geçirmek sureti ile kapısında Caterpillar yazan sınıfa indim. İçeri girmem yasaktı, kapı aralığından içeri baktım. 10-15 yumurcak masa etrafında toplanmış şarkı söylüyorlardı. Şarkı çok sıkıcıydı.
Ekinox da sıkılmış olacak ki sağa sola bakmakla meşguldü.
3 dakika kitlenmişim. O sırada içimden "hoşgelişler ola Mustafa Kemal Paşa"yı söyleseler Ekinox çok eğlenirdi diye geçirdim.

Dalmışım..
Sonra bir anda Ekinox'un ayağa kalktığını gördüm. Kabus şarkı hala devam ediyordu.
Ve o an oğlumun ağzından tarihe geçecek o sözler döküldü.

- Yeteeeeaar ! Yeter şarkı söylediğin öğretmen ! Ders göster bize ders !

Okulcak hepimizin yüzüne soğuk su şapladı sanki.
Benim naif, uysal çooocuğum nasıl olmuştu da böyle bir cinnet getirmişti ?
Ama haklıydı, bu şarkı çok fenaydı, can dayanmazdı !

Öğretmen, yardımcıları ve çocuklar sustu. 5 saniyelik şoktan sonra öğretmen arkasında sakladığı boyama defterlerini dağıtırken
- Peki Ekinoxcum, şimdi biraz boyama dersi yapalım dedi.

Ekinox rahatlamıştı, yerine oturdu ve boyalar nerede diye sordu.

Benim de içim rahatlamış, kendimi hafif hissetmeye başlamıştım :)

O hafiflikle Beşiktaş minibüsüne bindim.
Çarşıydı, Kotondu, Starbuckstı derken akşamı etmişim..
16:30 da cengaver kuzucuğumu alıp servise bindim ..

24 Ağustos 2010 Salı

Bir sipahi ocağı öğrencisi ..

Herkese hello,

Uzun zamandır yazamıyorum.
Çünkü Tansel Bey yani benim yöneticim -ki tam ensemde oturur kendisi- 1 aylık dillere destan yıllık iznini kullandı.
Evet evet bir dinazordan değil bir insandan söz ediyorum. Bu öyle bir primat ki 4 hafta yıllık izni var. Neyse şu noktada kıskançlığın alemi yok di mi?

Efendim Tansel yokken doğal olarak ben de bu süre zarfında yamuldum. Kafamı işten kaldıramıyor, yiyemiyor, içemiyor, okuyamıyor, yazamıyordum ama bu demek değildi ki kameralarım kayıt dışıydı ! Birçok hadiseyi kayıt altına aldım, yazacağım..

Esasında birçok olaya gebe olan geçtiğimiz hafta ise başıma gelen hadise tüm ofisi ve aile eşrafını üzüntüye boğdu. Düşmüştüm ve ayak tendonlarım kopmuştu. Artık ayak ayaklıktan çıkmış bir ramazan davuluna dönmüştü. Sağolsun birçok arkadaşım olay günü beni aramış kazanın nasıl meydâne geldiğini sormuştu.

Sıla'ya, dün akşam tenis maçımda rakibim zorlu çıktı, beni oldukça yordu. Maç sayısını alıyorken artık yorgun düşen sütun bacaklarım beni kaldıramadı ve düştüm demiştim. Ama merak etme dedim, maç benim oldu. Sıla beni takdir etti, "aferim kız, yine iyi savaşmış kazanmışsın" dedi. "Kaçar mı benden kızııım" diye yanıtladım, öptük kapattık teli.

Pınar'cığımla da konuştuk ama onun odak noktası benim maçım ve tendonum değil, Acıbadem'e yaptığım ödeme idi. Bir araba kızdıktan sonra 80.kez "kızım sigortan acil müdahalenin %100ünü karşılıyor yedirme paranı" diyerek telefonu suratıma kapattı. Yanımda kayınvalidem olduğu için ben sanki Pınar karşımdaymış gibi konuşmaya devam ettim. "Tabi tatlım yaa, insan kendini paralamamalı, maçta neymiş di mi yaaa, tabi tabi öptüm ben de seni, ayyy ben de seni çok özleyeceğim" diyerek no ya bastım, telefonun sönmek üzere olan ışığı yandı.

Seçil'im de aradı elbet.. "Kızıııım Kanyon'a gitcektik bugün ne diye sakatlıyon kendini" dedi. Aman Seçilim ben olmuşum kamyon dedim, öptük kapattık.

Bu sırada konuşmalar arasında Ekin'e "oğlum bırak şu raketi, kıracaksın" demeyi de ihmal etmiyordum.

Sigorta şirketlerinden aranmaya başladım. Onlara da "biliyorsunuzdur belki sipahi ocağında öğrenciyim, atım o gün çok agresifti ve beni usulca yere saçtı" dedim.


Nitekim anneciğim telefonumun bir anlık boşluğunu yakalamayı başardı ve aradı.
Annemin sesini duymamla böğürerek ağlamam bir oldu.

Annneeeeaaaağğğ ! Merdivenden düştüm bacağım koptu annneaaağğğ.. Yetişşş!

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Mutfakta neler oluyor ?!?

Efendim bilenler bilir SBM mutfağı pek küçük, pek naif ve pek sıcaktır (tahmini kazan suyu derecesinde). Ayrıca oraya girmek garnizon komutanımız tarafından bizlere yasaklanmıştır. Vefakat biz basit erler tüm cesaretimizi toplar her sabah oraya üşüşmek sureti ile toplanır, çayımızı alır, Oktay'la -ki mutfaktaki masada yaşar kendisi- iki lafın belini kırarız.

Her pazartesi sabahı şirketteki birkaç sünger arkadaşımız tarafından ambsorbe edilmesi için şişe şişe içecek (kola,soda,meyve suyu v.s.) gelir mutfağımıza. Bu ürünleri her pazartesi sabahı bize getiren emekçi abiye de "malzemeci" denir. Oktay arada bir malzemeciyi arayarak "mallar hazır mı" diye sorar.

Yine bir pazartesi sabahı (yani bugün) malzemeci malları getirmiş ve pek dar mutfağımız daha da daralmıştı.O hengamede biz de kendi derdimize düşmüş çay kapmaya çalışıyorduk. Total toplamda içeride 5-6 kişi oluvermiştik. Biz çay diye debelenirken kapıdan bir ışık demeti içeri girdi. Bu demet bir Pınar'dı. Pınar'cığım geçen haftaki uyarılarımı dikkate almayıp yine uçları dantelli süper mini bir etek giymiş, üzerine uçuk pembe bir bluz geçirmiş, saçını toplayıp bluzu ile aynı renk bir saç bandı ve 35 çeşit gözlük çerçevelerinden en uygununu takmıştı.Ayağındaki terlikler ise gümüş rengiydi. Tek kusuru ayaklarının 40 numara olmasıydı. Neyse bunu es geçiyorum. Özetle Pınar bugün, yine bütün ofis kızlarını sinir edecek tüm argümanları üzerinde barındırıyordu.

Pınar dar mutfağa girince dolaba yaslanmış malzemeci emekçi yerinden doğruldu, üzerini düzeltti ve Pınar'a "hoşgeldiniz" dedi. Pınar da karşılık verdi. Oysaki 3 saniye önce içeri Murat, Hüseyin, İbrahim ve ben girmiştik. Hadi bizim beylere "hoşgeldiniz"i beklemeyeyim ama bu adam bana bile nezaketen "hoşgeldin" i geç hello, mello bile dememişti.
Neydi Pınar'ın biz 4 sâbiden farkı !

Hepimiz çok alınmıştık. Ama Pınar kazanmıştı.
O son gelmesine rağmen Oktay ona ilk çayı vermişti.

Bu gelişmeler üzerine çay almaktan vazgeçtim, meyve suyu kolisine eğildim.
Ambalajı açamadım, adam bana bir falçata uzattı.

Ve Pınar kalabalığı yararak mutfaktan çıktı. Onun arkasından yüzyılın en kaba insanı seçtiğim malzemeci yine ona ithafen "iyi günler" dedi.